Spinoza ve Vermeer ile bütünlük ve sonsuzluk üzerine
Güzel, herhangi bir amaç taşımaksızın veya beklenilen bir yarar olmaksızın, bir şekilde kendi kendini belirlemede gerçekleşir ve kendisini sergilemenin verdiği mutlulukta yaşar. (Hans Georg Gadamer)
Spinoza ve Vermeer, 1632 yılının sonbaharında özgürlük ülkesinde dünyaya gelen bu iki tutkulu zeka, hakikati birbirlerinden uzak, farklı mecralarda aramayı sürdürürler yaşamları boyunca. Biri mücadelesine Amsterdam’ın Yahudi gettosunda başlarken, diğeri Delft’in orta sınıf burjuva mahallesinde yetişir. Spinoza henüz 24 yaşında iken sapkın (!) düşüncelerinden ötürü Yahudi cemaatinden aforoz edilir. Heidelberg Üniversitesi’nden kendisine teklif edilen felsefe kürsüsünü reddederek cam yontuculuğu ile mütevazi yaşamını idame ettirmek istemesi ne denli yüce ruhlu olduğunun bir nişanesi olarak kabul edilebilir, sade hakikate olan tutkusunun sembolü mesabesinde. Nitekim Vermeer de çağdaşından geri kalmayacaktır bu konuda, maddi kazanım ve toplumsal itibar kaygılarının uzağında eserlerini yaratmaya devam edecektir bir ömür boyu. Ortak paydaları olan üstün yetenekleri ve aykırı görüşleri inzivalarının sadece sebebi değil sonucu da olacaktır aynı zamanda.
Vermeer’in kendine özgü perspektif anlayışıyla geliştirdiği kapalı mekan örgüsü Flaman sanatında ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasını mümkün kılar. XVII. yüzyılda etkin olan Anvers Okulu, izleyicisini yarattığı mekana dahil etmek yerine resmin dışında konumlandırmayı tercih etmiştir, tıpkı kapalı bir bütünlüğün karşısına yerleştirilen bir yabancı gibi. Nitekim muhataplarından da resmin özerkliğine müdahale etmeksizin sadece seyretmeleri beklenmektedir. Ne ki Saenredam’ın tablolarıyla bu kapalı mekanın kapıları yavaş yavaş aralanmaya başlar. Anthonie Palamedesz’in tablolarında çoğu zaman penceresiz, kutu gibi resmedilen kapalı mekanlarda, büyük haritaların, halıların ve kıvrımlı kumaşların ön planda betimlendiği görülür. Bu bağlamda Palamedesz, Vermeer’in öncülü olarak kabul edilebilir.
Merkezi perspektif kullanarak oluşturduğu yakın mekan algısı Vermeer’in en başat yaratısıdır. Sanatçı talibine göstermek istediği şeyi değiştirmeden, olduğu gibi sunmak ister. Tablo ve izleyici arasındaki sınırı yok etmek istemesi ussal olana temas etme arzusunun dışavurumudur adeta. Nitekim resimlerinde sıklıkla kullandığı damalı zeminlerle muhatabını içten içe mekanın gerçekliğine ikna etmeye çalışmaktadır sanki. Perspektifin yanı sıra Vermeer için birlik yaratmanın bir diğer yolu da ışık dalgalanmalarıdır. Rembrandt’ın ışık-gölge oyunlarının aksine, Vermeer kontrastı vurgulamaktan kaçınır. Bilakis, her fırça darbesiyle bütünün içinde erimek, onunla kaynaşmak ister gibidir. Vermeer’i bir yönüyle benzerlik gösterdiği janr ressamlarından farklı kılan yönü tablolarının kalabalıktan uzak kalmasıdır.
Vermeer’in izleyiciyi mekanına dahil etme arzusu nesneler üzerinden biçim kazanır. Ön plana yerleştirmek için seçtiği nesneye ölçüsüz bir büyüklük bahşeder. Öte yandan tablodaki diğer unsurları da merkezi perspektife uygun bir biçimde bütünleştirme çabası içindedir. Sadece tahayyül ederek veya soyutlama yaparak değil, bir yönüyle düşünerek de, nesneyi içinde süreklilik kazanabileceği bir kompozisyona yerleştirmeye çalışır. Merkezi perspektif onun için mutlak kesinliğin, uyumun ve tutarlılığın göstergesidir çünkü. Keza güzellik de çeşitliliğin, simetrinin, uyumun ve ahengin olduğu yerde serimler kendini. Tüm öğelerinin kendi aralarında rasyonel bir ilişki ağına sahip olduğu bütünlüktür kavramak istediği. Vermeer için perspektif kendi başına bir erek değil tablonun birliğini sağlamanın biricik koşuludur. Bu sebeple sanatçı izleyicisini de oluşturmayı arzuladığı bu bütünlüğe davet eder. Kapalı ve sınırlandırılmış bir mekan sunar ona. Kurgusunun bilinmezin içinde kaybolmasına izin vermez, ufuk çizgisi dahi yoktur sınırlarında. Barok ile tümüyle karşıt bir anlayış sergileyen bu yaratılış sürecinde izleyici, Vermeer tarafından gönüllü olarak hapsedilmiştir adeta. Aslında her sanat eseri kendine özgü bakış açısıyla evreni yansıtan kapalı ve yetkin bir monad değil midir? Vermeer’in kapalı ve rasyonel sisteminin merkezi sonsuzluk düşüncesidir. Sonluluğun içinde sonsuzluğu aramaktadır Vermeer.
Barok sanatında insan kozmosun merkezinde durur; her şey ona göre ve onun içindir. Tanrı ve doğa tümüyle insan ölçütlerine göre değerlendirilir. Rembrandt’ın hakim bireysel psikolojisiyle karşılaştırıldığında, Vermeer’in eserlerinde birliğin ve evrenselin peşinde olduğu görülür. Bu bağlamda sanatçı bütünün karşısında edilgindir, evrensel gücün önünde boyun eğmiş, ona teslim olmuştur, handiyse bir derviş edasıyla. Collingwood’a göre, yüceliğin temeli insanın nesnelerle olan ilişkisinde aranmalıdır. Yücelik, karşısında edilgin olduğumuz, biteviye aradığımız ve fakat bulmayı umduğumuz yerde karşılaşmayı bir türlü beceremediğimiz bir güzellik biçimidir. Vermeer, kuvvetle muhtemel, bireysellikten kaçınmak istediği, bireyi bağlamından yalıtmayı reddettiği için, hemen hiç portre veya doğa resmi çizmemiştir. Bilakis sınırlarını belirlediği kapalı bir bütün içinde insanın şeylerle ve gerçeklikle olan ilişkisini irdelemek temel gayesi olmuştur. Dikkatlice bakıldığında, tablolarında yer verdiği karakterlerin haberleri olmadan gözlemleniyormuş gibi bir izlenim sergiledikleri görülür. Vermeer bu anlamda kimseye ayrıcalık tanımaz, varlıklar ve şeyler benzer öneme sahiptir onun sahnesinde: asıl vurgulanmak istenen aralarındaki ilişkiler ve bağıntılardır. Eylemden, eylemi göstermekten kaçınır; çizgileri sakin ve durağandır. Baş döndürücü akışın karşısında durmak istercesine, sabit ve kalıcı tavırları tercih eder. Bu nedenle hareketi simgeleyen köşegenlerden ziyade, yatay ve dikey çizgiler kullanarak hareketin uzağında kalmak ister. Nitekim yüz çizimlerinde de duygusal ifadeleri ve mimikleri betimlemekten hoşlanmaz. Geçici olan ilgi alanına girmez çünkü, hep değişenin ardındaki değişmeyeni arar, muhatabının da onunla birlikte aramasını ister. İyilik ve kötülük sorunsalına dair yargılamalara yer vermez; eserleri özgürdür, ahlaki bir iddia barındırmaz. Bu bağlamda ressamın kendisi de eserinin karşısında duran nesnel bir gözlemci gibidir, insanın sahnedeki durumunu sorgularken ona müdahale etmez, daha ziyade düşüncesini evrensel düzleme taşıma telaşındadır.
Vermeer’in bütüncül ve rasyonel yaklaşımı bir yönüyle Spinoza’nın zihinsel tanrı sevgisini ve matematiksel panteizmini anımsatmaktadır. Spinoza tanrının sonsuz evrenle özdeş olduğunu savunur. Onun öğretisinde duyusal gözlemler, tasarımlama ve bellek imgelem yetisini ilgilendiren konulardır, bunu resimsel düşünme olarak isimlendirir. Nitekim sanat da imgelemin tasarımı, onun yaratısıdır. Temel gayesi, muhatabına güzele dair hatırı sayılır bir farkındalık kazandırmaktır. Spinoza buradan yola çıkarak tasarım ve gerçek düşünme arasındaki ayrımlar üzerinde yoğunlaşmak ister. Duyu ve tasarımların yanılsamalarla dolu olabileceğini bilmektedir; şeyler gerçeklik dünyasında özerk birer varoluş modeliymiş gibi görünseler de aslında bir bütünün parçasıdırlar ve ondan koparıldıklarında yaşamda kalmaları olanaksızdır. Sözgelimi, bir üçgen bağımsız olarak varolan bir nesneymiş gibi tasarımlanabilir, ne ki onu hakikatiyle kavrayabilmek için kendi parçalarıyla veya diğer üçgenlerle arasındaki ilişkinin bilinmesi gerekir. Nitekim Kant da nesnelere dair olumlu ya da olumsuz duygulanımların, nesnelerin sahip oldukları niteliklerden ziyade, alıcı konumunda olan insanla olan ilişkilerinde, bireysel algı ve yetkinlikte belirlenim kazandığını söyler.
İnsan bilincini duyuların ve imgelemin yanılgılarından uzaklaştırmak, doğruyu yanlıştan ayırabilmesini sağlamak için aklın mecrasına girilmelidir. Doğru bilgi bütünün bilgisinden pay almış, bütüne dair farkındalığa sahip bilincin ürünüdür. Bu bağlamda insanın özerkliği ve bireyselliği de aldatıcı olabilir, o da bütünün bir parçasıdır ve her hücre gibi kaçınılmaz olarak metabolizmaya hizmet etmektedir çünkü. Tıpkı evrensel bütünde tüm parçaların varlığının zorunlu olması ve bu parçaların nedensellik yasası gereğince birbirlerine bağlı ve bir yönüyle muhtaç olmaları gibi. Buna karşın doğayı bir birey olarak tasavvur eder Spinoza; kendisi bir bütün olarak değişimden azade iken, her bir parçası biteviye değişime maruz bırakılan. Tıpkı Aristoteles’in tanrısı gibi: hareket etmeyen hareket ettirici. Spinoza’nın tanrısı sonsuz sıfattan oluşan mutlak tözdür. Bu nedenle insan deneyiminin sınırları içerisine hapsedilemez. Tanrının özü sonsuzun ta kendisidir çünkü.
Spinoza’nın öğretisi antropomorfik tanrı anlayışını ve insanmerkezci evren tasavvurunu yerle bir eder. Semavi dinlerin kurduğu tanrı, insan ve evren ilişkisinde teleoloji temeldir. Tanrı her şeyi bir amaca yönelik olarak yaratmıştır. İnsan da bu tanrısal ereğin bilincinde ve ona uygun olarak yaşamalıdır. Spinoza tüm evrenin insan için yaratıldığı düşüncesine, insanın dünyanın merkezi ve her şeyin ölçüsü olarak temsil edilmesine, diğer varlıkların arasında sadece ona uygun görülen bu ayrıcalıklı konuma karşı çıkar. Ahlaki değer yargılarını ihmal eder, hiçbir eylemin tek başına iyi ya da kötü olarak değerlendirilemeyeceğini savunur. Ne ki, insanın yarattığı bu devasa egoist aynayı kırmaya çalışırken, Novalis’in “Tanrı’da kaybolmuş insan” olarak tanımladığı Spinoza, çağdaşlarına kaçınılmaz olarak tehlikeli bir tanrıtanımaz olarak görünmüştür.
Başkalarının bir şey anlamadığı yerde düşünürler kendilerini sorumlu hissederler (Hans Georg Gadamer).
Spinoza’nın felsefi yöneliminin izlerini taşır gibi, Vermeer’in resminde de insan, kurulan kompozisyonda onu çevreleyen şeylere bağlıdır, bağımlıdır, başına buyruk hareket etmez. Özgür ve etkin karakteri ayrıcalıklı olarak vurgulanmamış, bilakis bütünün bir parçası olarak betimlenmiştir. İnsan, kendisinin veya bir başkasının yazgısını değiştirmekten aciz bir nesne gibi sunulmuştur. İşte bu yüzden, Vermeer’in kapalı bütünündeki karakterlerin eyleme olanakları ancak Spinoza’nın insanının eyleme potansiyeli kadardır.
Oysa insan bilincinin varoluşundan bu yana sonsuz bir tutkuyla mırıldanmaya devam ettiği özgürlük senfonisi başka şeyler söylemektedir artık.
Değişen, durmaksızın değişmekte olan bu kadim dünyada değişmeyen, hep aynı kalan, direnen, meydan okuyan şey nedir?
Ona ulaşabilmek, onu tümüyle kavrayabilmek mümkün müdür?
Yüzyıllardır süregelen bu bitimsiz arayışın nesnesi nerede gizlenmektedir?
Düşünce imgelemden yardım alabilir ve fakat imgelemin düşünceye ihtiyacı yoktur.
Kanatlanışı, kanatlanabiliyor oluşu sırf bu sebeptendir, yanılsaması da.
Kaynaklar:
Robin George Collingwood, Sanat Felsefesi. BilgeSu Yayıncılık, Ankara, 2019.
Hans Georg Gadamer, Güzelin Güncelliği. Çizgi Kitabevi, Konya, 2005.
Pontus Hulten, Vermeer ve Spinoza. Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Immanuel Kant, Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler. Hil Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Görsel Kaynak:
Johannes Vermeer, Brieflesendes Mädchen am Offenen Fenster, 1657-1659.