Prof. Dr. Ahmet Temizhan
SBÜ Dahili Tıp Bilimleri Kardiyoloji ABD Ankara Şehir Hastanesi Kardiyoloji Kliniği
Bir şehri gri yapan nedir? Betonarmesi mi? Bulutların bile gri olduğu gökyüzü mü? Devlet bürokrasisinin getirdiği kasvet mi? Denizinin olmaması da diyebilirsiniz belki. Ya da güz mevsiminin belirgin hükmü müdür bir şehri gri yapan? Ankara için hepsi geçerli sanırım. Hepsinden biraz ama en çok güzü ilintilerim ben Ankara’nın griliğiyle. Ankara, ilkbaharı es geçerken güz ile yoğrulur, kendini bulur. Güz o kadar uzundur ki Ankara’da adeta dört değil üç mevsim yaşanır. Ankara bir güz(el) şehridir.
Alpay aranjman olduğu için istemeyerek de olsa plağının B yüzüne koyduğu ünlü “Eylül’de Gel” şarkısını Ankara sokaklarında söylerken, yaz boyu ayrı kalınan sevgiliye Eylül’de kavuşulacağını müjdelerdi bize. En azından, Ankaralı bir “güz delisi” olarak şarkı bana öyle hissettirirdi gençliğimde. Yapraklar kızarıp ağaç dallarından vedalaşırken sevenlerin kavuşması tabiatın bir ironisi gibi gelebilir belki size. Aslında veda kelimesi anlam olarak içinde geri dönüş umudu barındırır, elveda ise birinin hayatından tamamen çıkmaktır, geri dönüşsüzdür. Veda, hayatın sizi yeni bir başlangıca yönlendirmesidir, tıpkı dökülen yaprakların yerine yenisinin gelmesi gibi. O yüzden düşen yapraklar üzerinde düşler kurulup buluşulur sevgiliyle Ankara’da. Düşen güz yapraklarını en güzel Edip Cansever tarif etmiştir Alev Ebuzziya’ya yazdığı 21. aşk mektubunda “Sonra kırmızı yapraklar vardı caddelerde. Hem kırmızı hem yaprak. Bazan kırmızı terk ediyordu yaprakları.” Kızarmak, dökülmek, sararmak ve yeniden doğup yeşermek… Mevsim yaprakları adeta hayatı temsil eder.
Gri gökyüzünün altındaki devlet bürokrasinin o biteviye kasvetine bir de ayazı eklendiğinde, Ankara İstanbullularca eleştirilmiştir hep. Ayazıyla da griliğiyle de yargılamışlardır Ankara’yı. “Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü seviyorum.” diyen Yahya Kemal’i haksız bulmuşumdur hep. Haydar Ergülen’in yorumu ne kadar da doğrudur: “Ankara’nın İstanbul’la bilinen hiçbir mes’elesi yoktur, mes’ele çıkaran her zaman olduğu gibi İstanbul’dur.” Zamanla sevilir Ankara’nın griliği. Üniversite yıllarında Ankara’ya gelen Cemal Süreya da ilk yıllarında sevemediği Ankara’yı eleştirmiştir. “Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerliğin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını, suskun devletin konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.” O sıralarda Kızılay’da Mülkiyeliler Misafirhanesi’nde kalmaktadır. Sonraları eşini ve oğlunu yanına alarak Botanik Park yakınlarındaki And Sokak’ta yer alan Kaan Apartmanı’nda kiraladığı evde yaşamaya başlar ve nihayetinde boşalan Saraçoğlu’ndaki lojmana taşınırlar. Sıhhiye’deki Toros Sokak’ta yer alan Barış Apartmanı’nda yaşaması ise daha sonradır. Şehrin sokaklarını yaşadıkça artık sevmeye başlamıştır Ankara’yı, hele bir de Tavukçu Lokantası’ndaki öğlen rakıları yok mu? “Bir derdin mi var, bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden? Ankara’ya gelmelisin.” Kurtuluş Parkı’ndaki ıhlamur ağaçlarının insanın başını döndüren ve sokakları kaplayan yoğun kokusuna o zamanlardan içi ısınır, “Bende tarçın sende ıhlamur kokusu, yürürüz başkentin sokaklarında.” O yılların Ankarasındaki siyasal bilgiler fakültesinin politik ortamında geniş fikir ayrılığına rağmen okul arkadaşı Sezai Karakoç ile dostluğu ilerler. Hatta iddiaya girmeyi çok seven Cemal Süreya’nın Sezai Karakoç ile girdiği bir iddia yüzünden soyadındaki bir “y” harfini sildiği rivayet edilir ki bu doğrulanmamıştır. “Elma” şiirinin son mısrasında bahsettiği gibi soyadındaki “y” harfini yine bir iddia sonucu İstanbul’da atmış olması daha büyük bir ihtimaldir. “İstanbul’da bir duvar, duvarda bir kilise, sen çırılçıplak elma yiyorsun, denizin ortasına kadar elma yiyorsun, yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun…. Adımın bir harfini atıyorum.”
Yani Ankara kaybettirmemiştir Süreya’ya.
Ankara’da doğan ve uzun süre bu şehirde yaşayan Turgut Uyar, şiirlerinde Ankara’dan hiç bahsetmemiş olsa da kalbini Ankara’da bulmuştur. Cemal Süreya’nın da tutulduğu, hayatının aşkı olan Tomris Uyar ile bu şehirde tanışmıştır. Turgut ile Tomris, belki de gri şehrin eylül akşamlarında güz yapraklarının üzerinde buluşmuşlardır. Kim bilir?
Ankara, ünlü edebiyatçıların geçiş yeri olmuştur hep, gri şehirlerden daha çok sanatçı çıkar sözünü doğrularcasına. “Birinci Yeni” akımı Ankara’da başlamıştır. Ankara Erkek Lisesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencileri olan Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli Kanık ilk şiirlerini öğrencilik yıllarında yazarken, Garip akımını Ankara’da kurmuşlardır. Garipçiler’in manifestosu Türk edebiyatı tarihinin en uzun ömürlü dergisi olan ve 15 Temmuz 1933 tarihinde Sanat ve Fikir Mecmuası olarak Ankara’da çıkmaya başlayan Varlık Dergisi’nde yayımlanmıştır. Dergi yayın hayatına 1946’dan itibaren İstanbul’da halen devam etmektedir.
Orhan Veli’nin Ankara Erkek Lisesinden arkadaşı Şinasi Beray, Ulus’taki aile yadigarı evlerinin alt katındaki ahırı temizleyip meyhaneye çevirir. Kovboy filmlerinden esinlenerek girişine kanatlı bir kapı koyar ve “Üç Nal Meyhanesi” adını verir. Ellili yıllarda Ankara’da edebiyatçıların müdavimi olduğu Tavukçu Lokantası’ndan yıllar önce edebiyatçıların mekânda buluşma geleneği aslında bu meyhanede başlamıştır. Tavukçu Lokantası’na burada değinmeden geçemeyeceğim. Çiçek Lokantası’nın kurucuları daha önce 1930’da Tavukçu Lokantası’nı açmışlardır. İsmi, Samsun’dan getirilen tavukların suyuna yaptıkları çorba ve tavuklu pilavından gelmektedir. En bilinen yeri Kızılay Meydanı’nı geçtikten sonra Adalet Ağaoğlu’nun kardeşlerinin mağazası olan Ayhan’ın bulunduğu (rahmetli annemin kıyafet için tercih ettiği bir mağaza idi) sağdaki ikinci sokak olan İnkılap Sokak’taydı.
Üç Nal Meyhanesi, ayın belli günlerinde şairleri ağırlardı. Fötr şapkalarıyla kovboy kapılarını andıran girişten geçerek her zamanki yerlerine oturan şairlerin masaları sorguya gerek duyulmadan her zamanki gibi donatılırken, onlar çoktan sigaralarını yakmış ve şiirlerinin mısralarını tüttürmeye başlamış olurlardı. Üç Nal Meyhanesi Orhan Veli’ye, Cahit Sıtkı’ya, Melih Cevdet Anday’a, Sabahattin Eyüboğlu’na, Can Yücel’e ve daha birçok şaire veresiye defteriyle kucak açmış, adeta bir edeb(iyat)hane olmuştur. Karikatürist Ratip Tahir Burak, veresiye defterine bir karikatür çizip “İş, dördüncü nalla bir ata kaldı, bir de meydana…” yazınca Orhan Veli’nin altına “ÜÇ NAL’a gelen, dört nala gider” diye eklemesi, meyhanedeki edebiyat sohbetlerinin ne kadar verimli geçtiğini göstermesi açısından manidardır.
“Beni bu güzel havalar mahvetti
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden..” mısralarında Orhan Veli, birçoğumuzun sadece Küçük Tiyatro binası olarak bildiği Ankara Ulus’taki II. Evkaf Apartmanı’na gönderme yapmaktadır. Bu binada Ahmet Hamdi Tanpınar da bir süre kalmıştır.
10 Kasım 1950 günü güzel bir Gri Ankara havasında Üç Nal’dan çıkıp evine giderken belediyenin açtığı çukura düşen Orhan Veli bunu önemsemez ve üstünü değiştirerek İstanbul’a yola koyulur. Dört gün sonra arkadaşı ile öğle yemeği yerken fenalaşır, Cerrahpaşa Hastanesine kaldırılır ancak düşmeye bağlı beyin kanamasından dolayı vefat eder.
Hem Ankara hem de İstanbul kaybetmiştir, Orhan Veli’yi.
“İkinci Yeni” hareketi de Ankaralı bir harekettir. İlhan Berk, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk, Bilge Karasu, Tevfik Çavdar, Sezai Karakoç, Erdal Öz, Demir Özlü, Özdemir Nutku, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ahmet Oktay ve nicelerinin katılımıyla ülkenin ilk toplu modernist akımının çıkışı Ankara’da yayımlanmakta olan Pazar Postası ile olmuştur. Şairlerin çoğu İstanbul’a geçmiş olsa da şiirin başkenti Ankara’dır. İkinci Yeni şairlerinden İlhan Berk (Kavaklıdere’deki Kıbrıs Sokağı’nda uzun süre oturmuştur) Ankara sokaklarını sıkça gezermiş. Bir aralar Çıkrıkçılar Yokuşu’ndaki evlerin zillerini çalıp “Ünlü şair İlhan Berk burada mı oturuyor?” diye sorduğu rivayet edilir. Şairin muzipliğinden midir bilinmez.
“İkinci Yeni” ile aynı zamanlarda Kızılay/Yenişehir’de (Tuna Caddesi’nde 1/A) Türkiye’nin ilk lokanta-şarküterisi olan “Piknik” açılır. Markiz’den, İtalyan Sefareti’nden, Orman’dan, Degustasyon’dan getirdikleri büyük ustalar ile mükemmel bir hizmet ve lezzet sunan Piknik’te garsonlar bıyık bırakamaz, sigara içemez, parti ve takım tutamazlardı. Paşabahçe’ye yaptırdıkları dev bardaklarda Atatürk Orman Çiftliği birasını “Arjantin” olarak müşterilerine sunarlardı. Eşsiz sandviçlerinden günde üç bin tane satıldığı olurdu. Nitekim Koç ailesinden sonra Ankara’nın en yüksek vergisini ödemişlerdir. Ankara’nın birçok ilkine imza atmışlardır; el yapımı patates cipsi, külahı otomatik dolduran Carpigiani dondurma makinası ve ilk espresso Piknik’teydi. Toplumun her kesiminin uğrak yeri olan mekâna bir kadın hemen her gün gelmektedir. Öğlen vakitlerinde camekanlı bölüme oturan genç kadın espressosunu içerken, Tuna Caddesi’nden gelip geçenleri izlemekte, elindeki not defterine bir şeyler yazmaktadır. Genç kadın Sevgi Soysal’dır, “devrilen kavak ağacı” ile başlayan ve sakin bir öğlen vaktinde yetmişlerin başındaki Ankara’yı anlatan “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanını Piknik’te yazmaktadır. Romanda, Ankara’nın değişen yüzü, eski alışkanlıkların yeni yaşam biçimine, yeni yeme içme alışkanlıklarına hızla evrilmesi, aile içi ilişkiler, bireysel ve sosyal sorunlar biraz da politik bir tema ile (Piknik’in apolitik duruşunun aksine) anlatılır. “Devrilen kavak ağacı” Ankara’nın güzünü temsil eder.
Müzisyenlerin de Ankara’dan çıktığını iddia edeceğim.
Ankara(lı)’da yetişen müzisyen sanatçıların hangisini saysam bir diğerini unuturum diye korkuyorum. Fazıl Say, İdil Biret, Atilla İçli, Atilla Özdemiroğlu, Durul Gence, Erkan Oğur, Berkant (Samanyolu şarkısı yok mu!), Erol Pekcan, Zerrin Özer, Kayahan, Füsun Önal, Muazzez Abacı, Nükhet Duru, Arif Sağ, Nil Karaibrahimgil, Funda Arar, Demir Demirkan, Şebnem Ferah, Özlem Tekin, Yeni Türkü, Pilli Bebek, Manga, Zakkum, Seksendört şeklinde uzayıp gider liste. Mazhar Alanson’u unuttum işte. Çocukluğunu Ankara’nın Cebeci semtinde geçiren Mazhar Alanson ile Kuğulu Pasajı’nın alt katındaki plakçıda rastlaşmak ne heyecan vericiydi benim için.
Ünlü İngiliz punk rock grubu The Clash’in solisti John Graham Strummer da Ankara doğumludur. Babası diplomat olan Strummer ortaokula kadar Mamak semtinde yaşamış ve müzikle tanışması flüt çalmayı öğrendiği Ankara’da başlamıştır. O sıralar hayatının geri kalanında uzun bir müzik yolculuğuna çıkacağından habersizdir. İngiltere’ye geri döndükten sonra 1976 yılında The Clash’in solisti olur. 1981 yılında çıkardıkları Combat Rock albümünde seslendirdiği “Should I stay or should I go” şarkısını dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu şarkı, Ankara’da kalmakla gitmek ikilemi yaşayanlar için ayrı bir anlam ifade edebilir.
Sizlere Ankara’yı yazdığım sürece anılarım beni yalnız bırakmadı hiç. Önce Gençlik Parkı’na gittim. Şişman’dan dondurma alıp mini trenle parkı gezdim. Gölette kayığa binip ilk defa kürek çektim. Lunapark Gazinosu’nun önünden geçerken duygulandım. Doğduğumda babam o kadar sevinmiş ki akrabalarımızı Lunapark Gazinosu’nda Zeki Müren’i dinlemeye götürmüş. Gazoz ve leblebi eşliğinde Zeki Müren dinlenmiş o gece. Ulus’ta II. Evkaf Apartmanı’na geçip Küçük Tiyatro’nun koltuklarına oturup Orhan Veli’yi andım. Bir Garip oldum. Tüm çukurları kapatmak istedim. Çıkrıkçılar Yokuşu’nda oturanların kapısını çalıp “İlhan Berk burada mı oturuyor” diye sordum. Kurtuluş Parkı’ndan ıhlamur kokuları arasında geçerken Cemal Süreya’nın şiirini okudum. Kızılay’da önce Tavukçu Lokantası’na sonra Yüksel Caddesi’ndeki Mülkiyeliler Lokali’ne uğradım. İkinci Yeni şairlerinin derin edebi sohbetlerinde sabahladım. Öğlen vakti Piknik’te espressomu içip yoldan geçenleri izledim. Her hafta sonu yaptığım gibi Tunalı Hilmi Caddesi’nden Kuğulu Park’a yürüdüm. Dökülen güz yaprakları üzerinde sevgiliyle buluşup düşler kurduk, düşlerimize, isimleri Ankara ve Viyana olan kuğuları da kattık. Parkın hemen yanındaki iki katlı şirin evin kapısını çaldık. Kapıyı Sevda ve Cenap And çifti açtı. Buyur ettiler sorgusuz içeriye. Caddeye adını veren Tunalı Hilmi Bey’in kızı olan Sevda Hanım ve Cenap Bey’den Kavaklıdere Şarap Fabrikaları’nı şu anki Karum AVM ve Sheraton Oteli’nin olduğu bölgeye nasıl kurduklarını dinledik. Kurdukları müzik vakfı ile (1965 yılında kurulan Sevda-Cenap And Müzik Tesisi, 1973 yılında Sevda-Cenap And Müzik Vakfına dönüştü. Merkezi Tunalı Hilmi Caddesi’ndedir) yıllardır Ankara’da düzenledikleri festivallerle sanatı-sanatçıyı destekledikleri için teşekkür ettik. And çiftinden ayrıldıktan sonra Atatürk Bulvarı’nda durup Kuğulu Park’a şöyle bir baktık. Tıpkı park olmadan çok önceleri Çankaya Köşkü’nden Meclis’e geçerken, bazı zamanlarda Mustafa Kemal’in aracını durdurup, tek başına araçtan inip, biraz yürüdükten sonra Kuğulu Park tarafına doğru sigara içtiği anı düşledik. Nedeni bilinmez ama Mustafa Kemal’e aşık kadınlardan Fikriye Hanım’ın mezarının burada olduğu -doğrulanmamış olsa da- rivayet edilir.
Önce gezin sokaklarını,
Vedalaşın sonra sebepsiz.
Tarif edemediğiniz bir burukluk mu oldu?
Dönün işte o zaman Ankara’ya, Eylül’de gelin ama
Güz yapraklarının üzerinde yürüyün sevgilinizle
Ankara’yla tanıştırın sevgilinizi
Ankara Ana gibidir, sorgulamaz sadece sarılır
Ankara Gri’dir, bırakın Gri kalsın…